Yazar: Sinem ÖZCAN
“Ben ayrılmak istiyorum.” cümlesini Sanem’in ağzından işittiğim anda, benim içimdeki Mevkıbe de bir anda fırlamış ve elim terliğime gitmişti ki neyse ustaca bir manevrayla terliğin atış menzilinden sıyırdı kendini. Hayır yani, zaten geçen hafta yazamamışım, sabah beri sabırsızlıkla bölümü bekliyorum; izleyip keyif keyif yazacağım diye, son dakikada bi “n’oluyoruz?” oldum. Neyse ki feda ettiği Can değilmiş. Replik, amacına fazlasıyla ulaştı ve düştüğüm ters köşeden kalkıp bir şey olmamış gibi yüzümde tebessümle hayata dönebildim.
Özeti de bölüme dâhil edip izledim, bu hafta. O nedenle de iki bölüm bir arada olabilir yorum, baştan diyeyim. Sanem’le Can’ın “sevgili” olduklarını kabullenmeleriyle başlayıp bu aşkı gizli yaşama kararlarıyla sürdürdük, öyküyü. İki yetişkinin hayatlarının en özel durumunu etraftan gizlemeye kalkışmaları elbette ki ardı ardına bir sürü manasızlığı da doğuracaktı. Ancak niyeyse iç sesim, iki haftadır bölümlerin bir alt metninin var olduğunu söylüyor bana. “Romantik komedinin içinde romantik komediyle dalga geçiliyor. “duygusu aldım ben. Bunun yanına bir de “magazin haberleri, magazin basını ve bununla beslenen insanlar” taşlaması da eklenince bölümü bu boyutta izlemeye başladım ve bundan da çok keyif aldım. Gerçekleri ailesine anlatamayan genç kız, klasik dedikoducu “Ayşe teyzeler”, âşık olunca birden soap opera jönlerine dönen aklı başında patron, tam bir alfa erkeği olan kahramanın kütüphanesinde “Emma” gibi dişil bir romanın yer alışı, sıklıkla vurgu yapılan patron – çalışan aşkı ve giderek birbirine karışan olaylar da başka bir anlam kazandı gözümde, Sanem ve Can’ın iyiden iyiye liseli âşıklara evrilmeleri de… “Günaydın “mesajları, birbirlerinden beş dakika ayrılamamaları, gizlice verilen notlar, yazılan şiirler hepsi yerli yerine oturdu. Bütün bunların dışına çıkıp baktığımızda da Sanem’in çocuksu bir korkuyla ailesine gerçeği anlatamamasının yuvarlanarak büyüyen bir yalan kartopuna dönüşmesine şahit olduk.
İşin esprisi bir yana Sanem ve Can gerçekten maddi olarak farklı dünyalarda yaşıyor. Sanem; yetişkin, işi güç sahibi bir genç kadın da olsa geleneksel bir aileyle ve geleneksel bir çevreyle yaşıyor. Ekranlarda bize özellikle böyle yansıtılan plaza hayatının aksine o koşullara uyum sağlamak durumunda. Deren, Aylin ya da Ceyda gibi bir ilişkiyi özgürce ve kimseye hesap vermeden sürdürmesi mümkün değil. Evden çıkarken haber vermek zorunda, ailesine laf gelmemesine çalışmak zorunda, çevresindekilerin ağzına sakız olmamak zorunda. Bütün bu zorunluluklarını başkaları alay konusu etse de onun ailesini tanıyan Can, durumun farkında. Deren ya da Ceyda gibi bir kadınla birlikte olduğunda hiç umursamayacağı ayrıntıları, Sanem söz konusu olunca ciddiye alıyor. O üzülmesin diye de aklıyla saçma da bulsa oyuna yürekten ortak oldu. Bu karmaşayı çözecek olan kişi Sanem çünkü ve o kendini buna hazır hissedene dek de ayak uydurmaktan başka yapacak bir şey yok.
Yalnız affınıza sığınarak soruyorum: Biri, bana Aylin’in amacını anlatabilir mi? Sanem ve Can ilişkisini basına sızdırıp ailesinin öğrenmesini sağladı, tamam da eeee? Hayır yani, hedef ne? Bu işin ardından elde edilecek kazancı anlamayan bir ben miyim? O minnak kafasında “Ailesi öğrenirse Sanem’i işten alır.“ hesabı yaptı, onu da anladık. Peki, işten alacaklar da ne olacak? Aynı yerde çalışmayınca bu aşk yürümeyecek, Sanem’le arası bozulan Can da şirketi Emre’ye bırakıp kaldığı yerden dünya yolculuğuna devam edecek, öyle mi? Valla Aylincim, ben sende bi’ miktar fosfor eksikliği sezmekteyim.
Aşk dile gelip de karşılık bulduktan sonra en keyifli, en heyecanları dönemidir o ilk günler… Doya doya tadını çıkarmalık, her buluşmayı özel kılmalık, her an “sevgiliyi“ düşünmelik günlerdir onlar. Gerçekten de insanın ayağını yerden kesip iki kişilik bir dünyada yaşıyormuş duygusu uyandırır. Ne var ki Sanem ve Can’daki gibi saklanmak ve gizli kapaklı yaşanmak zorundaysa hep biraz kaçamak, hep biraz eksik kalır. Özellikle babasının “Bizim yüzümüzü yere eğdirmeyin. “uyarısı Sanem’in belini fena büktü. Öyle ince bir nokta ki o… Can istediği kadar “Biz başkalarına göre mi yaşayacağız?” desin üstelik bunda çok da haklı olsun, o anne ve o babanın yetiştirdiği Sanem için onları utandırmak, hayat boyu mutluluğun tadını çıkaramamak demek.
Mevkıbe gibi dominant bir annenin oyalanması da ikna edilmesi de zor ama neyse ki o, aşkı tanıyan ve kızlarının mutluluğunu her şeyin üstünde tutan bir kadın; üstelik Sanem ve Can özelinde düşünülmediğinde söyledikleri de çok gerçek (bkz: Leyla’nın durumu). Annesinin bizim dünyalarımız farklı deyişi de ablasının yaşadıkları da Sanem’in uykularını kaçırır doğal olarak ve ben bile bir an onun havlu attığını düşündüm. Ancak unuttuğum iki şey vardı: İlki Sanem’in inatçı ve ne olursa olsun pes etmeyen tarafı, ikincisi de Can’ın sevgisinden ne kadar emin oluşu. Evet, Polen’den başlayıp Gamze’ye, Gamze’den Ceyda’ya kadar Can’a yaklaşan her kadın Sanem’in ruhunda sarsıntı yarattı mı, yarattı ama onunki tam olarak “Ben çevrene güvenmiyorum, sana değil…” durumu. Eeee, haksız da değil hani. Maşallah Can, balarılarını tepesine üşüştürmekte gayet mahir. O kalem, Ceyda’nın gırtlağına saplanmadıysa yine de Sanem’in aile terbiyesine dua etsin bence.
Ben kendi adıma Sanem’i takdir ettim zira annesini dinleyip Leyla’nın hâlini gören ben olsam bir an “Acaba?” derdim ama sabaha kadar gözünü kırpmayan Sanem, alınabilecek en doğru kararı alıp Can’dan değil işten ayrılmayı düşünmüş. Dürüst olayım, Can’ın evlilik aşamasına geçtiğini fark etmemiştim, o nedenle aniden gelen “Evlenelim o zaman” teklifi sadece Sanem’i değil beni de şaşırttı. Bu gidiş, şu an için evliliğe varır mı bilmem ama her şeyin çok kolay ve sorunsuz ilerlemesinden de ürkmüyor değilim. Aylin ve meşhur(!) planlarından korkmuyorum ama hani olacağı tutar da bir serseri kurşunu bizimkileri vurursa ne olur, onu kestiremiyorum. Bekleyip göreceğiz, bakalım.
Başta “romantik komedi içinde romantik komedi taşlaması” yapıldı demiştim aslında bu kanım, oyunculuklarla da bir ölçüde doğrulandı. Daha vurgulu ve daha büyük canlandırılmış sahneler izledik. Sanem’in bilhassa panik duygusuyla hareket ettiği ya da Can’ın yanında kediye dönüştüğü sahnelerde oyununa bariz bir vurgu verdi Demet Özdemir ama aile sahnelerinde bize başka bir Sanem sundu. Yemekte babasının konuşmasını dinleyen Sanem’in yüzündeki hüzünde, ablasının hâlini görüp de Emre’ye öfkelenmesinde ve hayatıyla ilgili karar aldığı anlardaki netliğinde çok daha minimalize edilmiş bir oyunculuk vardı. Hele son sahnede Can’la konuşan Sanem kararlılığına ayrıca bayıldım. Emeklerine sağlık Demet Özdemir.
Önce Anıl Çelik ardından da Can Yaman belli ki onları çok zorlayan bir göz enfeksiyonuyla mücadele etmek zorundalar, maalesef. Ne yazık ki dizi sektöründeki tempo da bu süreçte ekrandan uzak kalmaya izin vermiyor ve görünüş, ekranın olmazsa olmazı. Bölümün başında Sevgili Can’ın durumunu öykünün içine yerleştirerek durumu izleyicilere açıklama gereği duydular, bence çok da samimi bir hava yarattı, bu. Öncelikle hem Anıl Çelik’e hem de Sevgili Can’a “geçmiş olsun” diyorum. İçimdeki büyükanne feryat ediyor “Nazara geldiler!” diye. Sağlıkları her şeyden önemli. Umarım bir an önce her ikisi de toparlar.
Can Yaman oyunculuğunun en önemli silahıdır bakışları ve dolayısıyla gözleri. İki hafta boyunca onu gözlükle izleyeceğimizi öğrendiğime açıkçası orada doğacak boşluğu neyle kapatacağını epey merak ettim. Ne yapıp edip bakışla sağladığı duyguyu bir başka mimiğe ya da jeste yükleyecekti, ondan emindim ve çıkacak sonucu bekliyordum. Tahmin ettiğim de oldu. Özellikle yakın plan çekimlerinde de profil kullanımıyla ustaca kamufle edilmişti ama Sevgili Can, bilhassa duygusal sahnelerde bakışın rolünü, genellikle sesine kaydırmayı seçti ve ses tonundaki oynamalarla duygu yoğunluğunu yakaladı. Mevkıbe’yi ikna etmek için yazdığı senaryoyu bir telaş oynayan Can Divit’te, Mevkıbe’nin uyarısının ardından “Ben bundan sonra Sanem’i hayatta bırakmam.” derken birdenbire sesinin tınısı değiştirip alabildiğine romantik bir havaya geçiverdi. Bir saniye sonra “yani eve…” repliğiyle birlikte yeniden o yalan söyleyen Can Divit oluvermişti. Müziğin temasındaki değişiklikler gibi gerek ton yükselterek tını değiştirerek gerekse konuşma süratiyle oynayarak ileteceği duyguyu en keskin biçimde aktarıp durdu bölüm boyunca.
Komedi ağırlıklı sahnelerde de jestleri büyütme yolunu seçmiş ve çok akıllıca bir hareketle genelde az kullandığı dudak mimiklerini de devreye sokmuş. Sanem’in reklam metnini okuyup da Deren’e “Bunu panoya asalım!” dediği sahnede bir an Sanem’e oyun oynadığını gösterircesine bir hareket sunması gerekiyordu. Normalde benzeri sahnelerde bunu bir göz kırpmasıyla ifade ettiğini görürdük bu kez çok minik bir dudak mimiği ile aynı tepkiyi gösterdi. “Çaresizlikler, çare doğurur.” derler ya, o minik hareketi fark ettiğimde içimden “Hem de en akıllıca çareyi bulmuş” dedim. İnsan yüzünde ilk bakışta dikkati çeken iki ifade bölgesi var: göz ve dudak. İkisi de her tepkide karşı taraf üzerinde aynı etkiyi yaratıyor. Sevgili Can, vurguyu dudağa çekerek hem aktaracağı duyguyu çok net sundu hem de ender yaptığı bir mimikle sahneye bir farklılık katmayı başardı.
Sevgili Can, bu hafta senin oyunculuğuna dair bir bilgi daha ekledim zihnime. Top hangi ayağına gelirse gelsin fark etmez, en doğru açıyı yakalayıp o golü atarsın! Bölüm öncesi sosyal medyada “Gözlükle oynayacağım ama aşk dolu bakışmalardan bir şey eksilmeyecek.” mesajı yazdığında gülümsemiş ve “Ondan eminim!” demiştim. Yanılmamak çok güzel. Aklına, yüreğine ve emeklerine sağlık.
Yazan, yöneten, canlandıran ve set gerisine büyük yük omuzlayan herkese bu keyifli bölüm için teşekkürler.