Yazar: Sinem ÖZCAN
Dün akşam, final sahnesi olmasaydı bugün yazıma Can’a saydırmakla girip yine oradan çıkacaktım ama gel gör ki geçekten benim için “beklenmedik buluşma” olan son sahne bütün yazı planımı değiştirdi. Can’a saydırma hakkımı saklı tutarak bölüme daha tepeden bakmaya karar verdim.
Can ve Sanem arasında hızla doruğa yaklaşan gerilim, Polen’in hâlâ “Ben buradayım, kimse beni yok sayamaz!” çabaları, Aylin’in tam kendine yakışanı yapıp “körük” görevini hakkıyla üstlenmesi derken bölüm, ilk yarısından itibaren hızlı gelişeceğini belli etmişti.
Leyla deyince söylemezsem dilim şişer. Can ve Sanem’le bir gün geçiren Nihat ve Mevkıbe bile en azından Sanem’in duygularının farkına varmışken (külliyen yanlış anlasa da kızı için böyle güzel dertlenen Mevkıbe, öpüyorum yanaklarından) neredeyse 7/24 Sanem’le olan Leyla’nın olup bitenden bu kadar habersiz oluşu da canımı sıkıyor. Bu arada Mevkıbe ve dolayısıyla Nihat’ın durumu anlamış olmalarına ayrı sevindim. Ana çatışmaya çok güzel katkıları olabilecek, komedi ayağı yüksek, yeni bir yan hikâye doğar; oradan ve ben kızı üzülecek telaşındaki Mevkıbe’yle kızını kimselerle paylaşmak istemeyen Nihat’ı keyifle izlerim.
Sanem, Can’ın dosdoğru kendini ifade edişine ve “Benimle ol” deyişine kayıtsız kalamazdı. Aradaki engelin büyüklüğünün farkında olsa da yüreğinin sesini dinleme kararı verdi, en azından bir gün için. Can, baştan beri kendi duygularıyla hiç savaşmadı. O dümdüz bir adam. Hissettiklerini çözümledi, hayatındaki taşları ayıkladı ve duygularının peşinden gitti ama Sanem için yalanlar, ihanet, sosyal konum ve patron – çalışan ilişkisi hep ciddi engeller… Bütün bunlara rağmen, yüreğini dinlemesine dahası “Benim olmayacaksa Polen’in de olmayacak!” kararıyla açtığı savaşa gönülden destek veriyorum ben. Sanem’i, çevresi ve kendisi her ne kadar “hayalperest, hayat acemisi” olarak tanımlasa da o, bir defa karar alan ve kararının ardında sapasağlam duran bir kadın. Yalpalamıyor, geri adım atmıyor ve korkmuyor. Bugüne dek Can’dan kaçışı, Can’a ihanet ettiği ve ona söylediği yalanlar yüzündendi. Geldiği noktada bunlardan hâlâ rahatsız da olsa Can’da da karşılığı bulunan duyguları görünce onunla savaşı bırakıp kendine yeni bir cephe açtı: Polen…
Can ve Sanem’in karavanın yanındaki sahnelerinde Polen’le ilgili sorunun büyüyeceğinin ilk işaretlerini aldım. Bana lise günlerimin kaçamak flörtleşmelerini hatırlatan çok şirin, çok sıcak bir sahneydi o. Can’ın Sanem’in yanında liseli bir yeniyetmeye dönüşü, Sanem’in mutluluğu o kadar güzel çizilmişti ki sahneyi yüzümde bir tebessümle izledim.
Sanem, Polen’e karşı var gücüyle savaşıyor. Zaman zaman hırsına mağlup olup saçmalasa da kabul edelim ki sette Can’ın yanındaki koltuğa yerleşmek de fermuar hamlesi de Can’ı mutfağa çekmeyi başarmak da sağlam hareketlerdi. Sizi bilmem de benim içimin yağları eridi. Ben Polen’in ömrünün tükendiğini hissediyorum, yavaş yavaş sahalardan çekilecek gibi. Sanem, şu an ona odaklansa da Can’la aralarındaki sorun o değil elbette.
Sanem – Polen savaşında en büyük muharebe doğum günü etkinliğinde yaşanacaktı aslında ve ben Can’a daha da saydırmak için hazırlanmış, bekliyordum akşamı ama Güliz’in boşboğazlığı sonunda hayra hizmet etti, neyse ki… Polen, Can’ın sürpriz doğum günü jestiyle(!) mest olmuşken partiye gelmekten vazgeçip Opera Binası’na kendini atan Sanem’in “Keşke…” mesajı, beyimizin beyninde sonunda devreyi kapadı da aklı bi’ başına geldi. Son sahnedeki sürpriz de Polen’e “Ben sürpriz hazırlarsam böyle hazırlarım.” mesajını bence gayet güzel verdi.
Haftalardır Sanem’in Albatros’un kimliğini öğrenmesine kilitlemiştim kendimi çünkü o kırılma, öykünün çatışmasında yeni bir sayfanın açılması demek. Kafamda pek çok alternatif üretmiş ve hangisi daha etkili olur diye beynime fazla mesai yaptırmıştım ama itiraf ediyorum, aklıma gelenlerden çok daha mükemmel bir sahne izledim. İlk bölümün, en ince detayına kadar dikkat edilmiş çok nefis bir simetrisini izlemek çok zevkliydi. Hele hele Sanem’in “Albatros”u ayakkabısından tanıması detayına vuruldum ben. Bu arada söylemeden geçmeyeyim Sanem’in o sahnedeki kıyafeti için stylinge kocaman bir alkış… Cey Cey’in “melek” algısıyla örtüşen, gerçekten de Demet Özdemir’in çok iyi taşıdığı pek zarif ve güzel bir kıyafet seçilmiş.
Can’ın “Keşkenin gerisini merak ettim.” repliği atmosfere de yaşananlara da yaşanacaklara da şahane uymuştu. Final sahnesi; ışığıyla çekimiyle ve vurgusuyla muhteşemdi. İlk bölümdeki öpüşme sahnesinin çok anlamlı, çok güzel ve çok etkili rövanşı oldu, kanımca. Bütün incelikleriyle çok iyi düşünülüp planlanmış bir sahneydi, emeği geçen herkesi tebrik ediyorum.
Bu hafta önce “Çiğ köfte benim savaşım!” diyen Sanem’de ardından da Opera Binası’ndaki Sanem’de ayrı ayrı çok beğendim Demet Özdemir’i. O hayalci, şirin küçük kızın içinden savaşçı bir Amazon çıkarıyor ya, işte ben ona bayılıyorum. Bölüm sonunda o ayakları yere basmayan minik kuşun kırılan kanatlarını, bunun acısını ve Albatros’u bulmanın şaşkınlığını o kadar iyi yansıttı ki sahnede, çok ama çok büyük emeği var. Elinde telefon, gözleri yaşlı salonda oturduğu sıradaki nahifliği yüreğimi cız ettirdi. Demet Özdemir’in bütün gayretiyle Sanem’i sırtlandığını ve çok da iyi taşıdığını düşünüyorum.
Benim ölçülerimle ekranda “iyi” oyunculuğun üç temel noktası var: karakterin ruhunu yakalamak, izleyiciyle arasındaki ekran engelini kaldırmayı başarmak, jest ve mimikleri karakterin üstüne tam oturtmak. İşte tam da bu noktada benim için “bakışlar” önemli, arkadaş! Oyuncu, ekranda bakışlarını iyi kullanacak. Bu zaten genel kural. Kullanmayı bilmiyorsa ne fizik ne duruş ne imaj onu var etmeye yeter ancak unutmamak lazım ki tiyatro sahnesinde değiliz. Kamera önünde oyuncunun en güçlü silahı gözleridir. Sadece tepkileri değil, ruh hâlini ve duygularını da bakışla belli eder. Kim ne derse desin Can Yaman, bakışlarını çok ustaca kullanıyor ve kamerayla ilişkisi çok profesyonelce. Ne bir tek açıyı kaçırıyor ne mimiği hatalı kullanıyor ne de ekranın izleyiciyle arasına girmesine izin veriyor. Tam da bu nedenle o benim için “bakışlarıyla oynuyor”. Kesin ve net… Reklam çekiminin montajını yaparken Sanem’in görüntülerine bakışı demek istediğimin en somut örneği. Diyalogsuz sahnede sadece bir ekrana bakışıyla karakterin beyninde ne var ne yok okura olduğu gibi iletti. Ben sadece o bakışlarla Can Divit’in Sanem’e aşkına ikna olurum.
Sanem’e bakarken bin bir duygu geçen gözleri, Polen’le konuşurken buz kesiyor Can Divit’in. Sahneyi sesi kapayarak izleyin. Sesindeki soğukluğu duymasanız da adamın kadına aşılmaz bir duvar çektiğini anlıyorsunuz. Can Yaman, Sanem ve Polen’le ilişkisini sadece bakışla çok net ayırmayı başarıyor. Tam da bu yüzden kimse bana “Bakışlarıyla oynamak, diye bir şey yok!” demesin.
Ben Can Divit’te Sevgili Can’ı izlerken ekranın öte yanına geçip onu sarsacak kadar öfkeleniyorsam (Can Yaman’a büyük sevgime rağmen), onun gözüyle Sanem’i izlerken Can Divit oluyorsam ve liseli bir delikanlı gibi Sanem’le flört eden Can Divit’i alıp bağrıma basmak geliyorsa içimden, Can Yaman karakterin ruhunu da yakalamıştır, izleyiciyi ekran başından alıp öykünün içine de sokmuştur. Benim ölçülerimle Can Yaman, sadece görüntüsüyle izleyiciyi çeken adam değil usta bir oyuncudur. Onun bu yolda çabasını ilk günden beri görenlerden biri olarak her defasında daha da gururla izliyorum onu. Emeğine, aklına ve güzel yüreğine sağlık Sevgili Can.
Ben yorumu yazmaya başlamadan bu haftanın izlenme oranları da gelmişti. Total’de 9’u geçmiş, AB’de 10’a dayanmış. Yeni sezonun açılmakta olduğu günlerde yaz boyu sürdürdüğü yükseliş grafiğini bence tepede noktaladı, Erkenci Kuş. Bu haftadan itibaren yayın günü değişiyor ve cumartesiye taşınıyoruz. Kanımca kanal, kış sezonu için Erkenci Kuş’a en doğru günde yer açtı. Janrı nedeniyle cumartesi çok daha uygun bir gün sezonda ve görünen o ki karşısında da onu zorlayacak rakip yok. Ben izlenme oranlarının yeni sezonda da yapımın da kanalın da yüzünü güldürecek noktada olacağını umut ediyorum. Bütün ekibin emeklerine sağlık.