Yazar: TUĞÇE YELİZ
Aralarında sır kalmayan baba kızı birlik olup bütün zorluklarla savaşmaya kararlı olarak bırakmıştık en son. Hani “Her şey yoluna girmeden önce, en kötüsü olmak zorundadır.” diye bir laf vardır ya bu sözün gerçekliğini iliklerime kadar hissettim bu bölümde. Aksiliklerin hepsi üste üste gelerek Demir’in omuzlarındaki yükü iyice artırıp onun direncini ölçmeye çalışıyor sanki. Önce Öykü’nün yavaş yavaş başlayan unutkanlıkları, sonra bir anda meydana gelen eklem sancıları derken bir de velayet davası dayandı kapılarına. Bu konuda ufak bir eleştiri yapmadan duramayacağım. Bir bölüm önce sapasağlam olduğunun izlenimi verilen Öykü’nün bu hafta bu kadar hızlı ilerleyen hastalık belirtilerini izlerken gözümü rahatsız etti doğrusu. Belirtileri bir anda vermek yerine ufak ufak bölümlere yerleştirerek ilerlemek daha inandırıcı ve gerçekçi olabilirdi diye düşünüyorum.
Demir’in kızına anlattığı masalda hastalığın kötü bir canavara benzetilmesine tam anlamıyla vuruldum. Demir adam ve prenses kızı el ele vererek canavarı bir toz bulutu kadar küçültmeyi başarabilecekler mi? Orası muamma ama “Her şey, inanmakla başlar” demişler. Rüzgâr hep ters taraftan esmezmiş, bu zor günler de eninde sonunda aydınlıkların habercisi olacaktır. Öykü’nün eklem ağrılarının başlamasıyla Demir, kendini bir anda tekrar yalanların içinde buluverdi. “Dizlerinin ağrısı büyümekten.” diyerek kızını teselli etmesi, o üzülmesin diye ağır yüklerin altına girmesi içimi yakıyor. Onun bu davranışları aklıma “Babalar, kızlarını gösterişsiz ama yürekten sever.” sözünü getiriyor. Velayet için çetin bir savaşa hazırlanan Demir, sırtına binen yüklerin ağırlığıyla ve kaybetme korkusuyla içinde barındırdığı öfkesini her fırsatta Asu’ya haykırıyor, ona olan kini her geçen bölüm biraz daha artıyor. Onun kızını elinden almaya çalışan kadın için beslediği bu nefreti anlayabiliyorum ama annesinin hayalini kurarak büyümüş “Annem olsa nasıl olurdu acaba?” sorusu içine yer etmiş Öykü’nün bu kadar ön yargılı davranmasını anlayamıyorum.
Öldü sandığı annesinin aslında onu terk ettiğini öğrenmesine duyduğu öfke ve hayal kırıklığını fark ediyorum ama Öykü, yok sandığı babasını da bir anda öğrenmemiş miydi? Babasının yakasına yapışıp ne olursa olsun pes etmeden savaşan, sonunda kendine bir yuva edinmeyi başaran Öykü’nün, yıllarca hayaliyle yaşadığı annesine şans dahi vermeden onu tanımaya bu kadar katı ve keskin tepkili olmasını anlamlandıramıyorum. Onun, Demir’den ayrılmasını nasıl istemiyorsam bir o kadar da annesine şans verip ona iyi yönlerini hatırlatarak annesini de ehlileştirsin istiyorum. Görünenin aksine Asu karakterinin, her hamlesiyle “Benim varlığımı kabullenin!” çığlığının yer aldığını ve buna yönelik hareketlerde bulunduğunu, hâliyle önünü dahi göremeyecek kadar kötü durumda olduğunu hissediyorum. Ben onun her duygu değişimine an be an şahit olmayı seviyorum. Cemal dahil etrafında duran herkes, onun iyiliğinden çok kendi hırslarının peşine düşmüş; Asu, onların çıkarlarında maşa olarak kullanılmış, hâlâ da kullanılmaya devam ediyor. Haftalardır Cemal’in, Demir’e karşı bu kadar öfke dolu olup da hayatını çalan diğer kişiyi yani Asu’yu yanında barındırmasının mantıklı bir açıklamasını arıyordum, bu bölüm buldum.
Demir’in kızına iyiden iyiye bağlandığını gören, öncesinde bu sevgiyi iyice ölçüp tartan Cemal’in can yakmak için en kuvvetli kozu, Öykü’nün annesinden başkası olamazdı tabii. O, her ne kadar Asu’yu sevdiğine inansa da belki farkında olmadan belki de bile isteye onu planında maşa olarak kullanarak kendi hırslarına alet ediyor. Cemal’in gönül yarasından alacağı intikam da bu şekilde olacak belli ki. Geçmişinde Demir’in gölgesinde kalmış, elindeki her şeyi kaybetmiş bir adam olarak tıpkı Asu gibi “Ben görünmez değilim!” demeye çalışıyor bir nevi. İnsana bir sevgi her şeyi yaptırabilir, bir de sevgisizlik. Demir, şimdilerde Öykü için canını ortaya nasıl koyuyorsa Asu ve Cemal de hiçe sayılma duygusunun peşindeler. Üç iyi arkadaşken bu beraberlikten en az yara alanın Demir olması onların kabullenemediği duygu, aslında. Tam da bu yüzden Cemal, onun etrafında kim varsa bir bir zehirlemekten zevk duyuyor. Önce Asu ile onu yaralamayı seçen daha sonra da planına Candan cephesinde devam eden Cemal’i ne durdurur, onu ne sakinleştirir emin değilim ama bu hırsın Öykü’nün hastalığı tamamen meydana çıkana kadar devam edeceğini düşünüyorum.
Cemal’in, Demir’in bir kızı olacağını bildiği hâlde kaçıp gittiğini söylemesi, Candan’ın kafası bir anlık karıştırmış olsa da onun bu yalana inandığına ihtimal vermiyorum. Onları hem evinde ağırlayan, hem de bir çok anıyı paylaşan Candan’ın böyle bir şeye sorgusuz sualsiz ona kanması hikâyenin inandırıcılığını zedeleyen bir hamle olurdu zaten. O, bunun doğruluğuna ancak Demir’in aslında kim olduğunu Cemal aracılığıyla öğrenirse bir nebze olsun inanabilir, benim nazarımda.
Candan konusunda içime sinmeyen iki unsur var. İlki ona söylenen yalanların çığ gibi büyüyerek hızla kötü sona doğru yaklaşması. Kendini kötü hissettiği anda Demir’in aklına ilk gelen isimin o oluşu, Candan’ın bu yalanları başkası aracılığıyla öğrendiği takdirde Demir’in en büyük destekçisini kaybedeceği anlamına geliyor. Bu sırrın artık daha fazla uzamadan bir an evvel sonuca bağlanmasını temenni ediyorum. Bir diğer unsursa ona son haftalarda sadece “bakıcı” statüsünde yer verilmesi. Çok sevdiği atlarını kontrole giden, işini yapan, Demir ve Öykü ile beraber doyasıya zaman geçiren Candan’ı arar oldu gözlerim. Üstelik sadece bu üçlüyü izlemeyi değil; söylenen yalanlar sonuca bağlandığı takdirde enerjilerinin tutacağına yüzde yüz inandığım Uğur, Candan ve Hacı nineli sahneleri de iple çekiliyorum.
Kızım’da, dram havasını dağıtan en güçlü karakter tartışmasız Uğur. O, bu dizinin olmazsa olmazı. Yanlış anlaşılmalarının altında yatan saf, temiz ve karşılıksız sevgisinin, merhametinin hayranıyım.Kendi mahallesinde saklambaç oynamak artık onun da canına yetmiş olacak ki haftalar sonra ilk kez içinde bulunduğu durumdan duyduğu rahatsızlığını dile getirdi. Uğur ve Candan’ın bir araya geldiğinde çok iyi bir ekip olacağına ve baba kıza sonsuz destek vereceğine gönülden inanıyorum.
Yasal hakları sayesinde baba-kızı kısa süreli de olsa ayırmayı başaran Asu ile kapattık bölümü. Her ne kadar Demir ve Öykü’nün önünde ayrılık duruyor olsa da sahnede yansıtılan duygular, onları hiç bir kuvvetin ayıramayacağının kanıtı niteliğindeydi. Asu, kızını bedenen babasından koparabilir ama ne aklından ne de kalbinden onu silmeye gücü yeter. Demir’in Öykü’ye söylediği “Aklım da kalbim de seninle.” sözü içlerinde bulundukları durumun en güzel anlatıcısı olmuş. İlk celsede kızını görme hakkına sahip olan Asu’nun, şimdilik bununla yetinmeyeceği kesin gibi gözüküyor. Velayeti kim kazanır muamma ama Öykü’nün kalbinin kime ait olduğu inkâr edilemez bir gerçek.
Sık sık adını duyduğumuz hastalığın, yakın zamanda nüksederek işleri daha da çıkmaza sokacağının sinyallerini aldığımız 12. bölüm için de yolun sonuna geldim.
Yazan, çeken, oynayan herkesin emeklerine sağlık. Haftaya görüşmek üzere…