Geçtiğimiz haftayı yanıt bekleyen iki soruyla bırakmıştık: Asu’nun Cemal’e; Öykü’nün Demir’e vereceği yanıt, doğru/yalan olmasından öte karakterlerin zaafiyetlerine, korkularına dair bir yanıt olacaktı.Öyle de oldu: Öykü, çocukça bir mizansenle “küçük kundakçı” yalanını uyduruverdi. Elbette Demir bunu yutmadı ve fakat Öykü’nün gözyaşları Demir’i -birçok defa olduğu gibi yine- yatıştırdı… Aklında başka bir cevaba dair bir ipucu, bir şüphe de olmadığından bir süreliğine zihninden geçiştirdi bu hikâyeyi. Bir şeyleri geçiştiren sadece Demir değildi bu sekansta, Asu da Cemal’e beklediği yanıtı verecekti, bir şekilde verdi ama geçiştirip kafasını karıştırarak yaptı bunu. “Hayır, Öykü senin kızın değil” son cümle buydu; ama asıl konu bir önceki cümleydi aslında. ”Öykü senin kızın olsa ne olacak? Küçük, sevimli, çekirdek aile mi olacağız?” Apaçık alayla, arka arkaya gelen tüm bu sözcükler, kendini iyi olan hiçbir şeye layık göremeyen bir hayatın acizliği, sırrı ve büyük çaresizliğiydi.
Öykü’ nün kimin kızı olduğunun cevabını hikâyenin ilerleyen sürecinde göreceğiz, ancak Demir’in Öykü’nün “kundakçıdan” çok “kundaktaki bir bebek” olduğunu öğrenmesine pek az kaldı diyebilirim.Öykü her yandan kuşatılmış halde. Başta kendi çocuk tabiatı, çocukluğun kirlenmeyen zihninden gelen doğru olma hâli, diğer yandan Demir’le birbirlerine verdikleri söz bu küçücük kızın kalbinde tepiniyor.Öte yandan Doktor İhsan git gide Öykü’nün çemberini daraltıyor ki İhsan’ın Murat ve Candan’la karşılaşması, bu çemberi kıracak, Candan’ı Öykü’yü, Demir’i hatta Murat’ı bambaşka bir hayata savuracak zamanların çok yakın olduğunun habercisi.Elbet bir de bu hikâyenin neredeyse en kötüsü İlayda’ nın Öykü’nün hastalığını öğrenmesi durumu var ki bu Öykü’ nün okuldaki huzursuzluğunu daha da arttırıp daha da zor durumlara düşürecek gibi.Bu noktada, İlayda’nın bu iflah olmaz kötü haline biraz açıklama istediğimi belirtmeliyim zira 8 yaşında bir çocuğun bitmeyen kötülük planları ve nefretini altı doldurulmadan anlamakta güçlük çekiyorum.
Bunca karmaşanın ortasında Demir’le Öykü’nün neredeyse normal bir baba-kız ilişkisine dönüşen, bir ritme kavuşan iletişimleri bu hafta en keyif alarak izlediğim sahnelerdendi. Demir’ in giderek kontrolcü, toparlayıcı ve dırdırcı bir ebeveyne dönüşmesine; Öykü’nün sanki hep birliktelermiş gibi Demir’in bu yeni babalık hâllerini kolayca benimsemesine bayıldım. Gökten zembille inen babalık serüveniyle içten içe iyi olmaya çalışması, bugüne kadar hep yapay bir kibarlıkla yalanlar sıraladığı Candan’ı alıp kaldıkları pansiyona götürmesi, olmayan evle ilgili itirafı Demir’in karakter olarak duygusunu kuvvetlendiren bölümlerdi.Yine pansiyondaki Demir ve Candan diyaloğunda, Demir’ in efsunlu bir teslimiyetle Candan’a kısmen de olsa doğruları söyleme çabası, ezikliği, çaresizliği, hayranlığı öyle dolaysız geçti ki bana, Buğra Gülsoy’u yürekten tebrik ederim.
Candan’la Demir’in buzları eriten buluşmasına en az Demir kadar sevinen Öykü bu sevincini, birlikte gittikleri yemekte Demir ve Candan’ı hayallerinde evlendirip bunu yüksek sesle söyleyerek herkesle paylaştı!Demir’in başından aşağı kaynar sular boşalan o anlar, Candan’ın yüzündeki o hafif kızarıklık dışa vuran telaş pek tatlıydı! Hesabı ödemek için atılan Demir’in minik özgüveni ve o esnada Candan’la birleşen elleri, ilk kıvılcımlar çok hoştu.Boşboğazlıkta vitesi sürekli arttıran Öykü’nün bombalarıyla delirmenin eşiğine gelen Demir; bir taraftan da bu sayede olanaksız, tek taraflı hisleriyle ve kendi gerçeğiyle yüzleşti.O hınçla da pansiyonda Öykü’ye patlayıverdi.Öykü normalde olsa böyle bir anı alttan alabilecek bir çocukken taşıdığı kambur yüzünden o da dağıldı.Güçlükle yazdığı itiraf mektubunu parçalayıp klozete atarken babası ağlama, yeter dedikçe korkusunu küçük bir nefes gibi tutmaya çalışan Beren Gökyıldız nefisti.
Bu bölümün beni yüksek perdeden dağıtan asıl an: Demir yatakta Öykü’ye Küçük Prensi okurken barda Asu’nun “Küçüğüm” ü söylemeye başladığı noktada, ben de çok yüksekten düştüm diyebilirim.Selin Şekerci, o sahnede Asu’yu, o hep kaybeden hâlini,tutunamamasını,tekinsizliğini öyle bir avucuna almış, tüm bu ifadeleri o kocaman gözleriyle öyle yüklenmiş ki! Yetiştirme yurdundaki geçişler, ışıklar, Selin Şekerci’nin sesi her şeyiyle muazzam bir sahneydi!Emeği geçen herkesin yüreğine sağlık.
Bu sahneyle Cemal-Asu-Demir hikâyesine doğru da sıkı bir giriş yaptık.Yetiştirme yurdunda kesişen yollar, belli ki bir koruma-kollama, ağabeylik-kardeşlik ilişkisinden aşk-tek taraflı aşk-aldatma entrikasına sapmış. Herkesi dağıtmış, dağlamış; herkes kaybetmiş, kimse kazanmamış.Cemal aldatılmış ama Asu’ya hala vurgun; Asu yolunu, aklını kaybetmiş, kalbi Demir’de ama Demir’in hisleri nedir orası henüz karışık.Gerçi Uğur, kayıp anne listesinde yine Asu yu söylediğinde, Demir’in ondan anne olmaz” tepkisi Asu’nun hatırasının çok sevimli olmadığının ilk işareti gibi.Nihayetinde Cemal-Asu-Demir üçgeninde yaralar hala açık ve öyle görüyor ki bu hikayenin yara bandı Öykü olacak.
Geçen bölümde Cemal’in rövanş ve intikam planlarının ilk adımlarını görmüştük; bu hafta Cemal Asu’ya niyetini açıkça söyledi; Demir’in kadınını almak ve içeri tıkmak; kısasa kısas! Cemal’in en ince detayları hesapladığı bu planda Asu gibi nevrotik bir suç ortağının yardımına ihtiyacı yok ama Asu’nun acı çektiğini görmeye, kalp ağrısını gidermeye ihtiyacı var. Ancak Asu tüm hesaplanan kalıpların dışında bir kadın ve içinde patlayan duyguları tüm planları bozabilir.Öte yandan Sahte dükkan tezgahı Uğur ve Demir’i iyice köşeye sıkıştırıp koşar adım en iyi bildikleri işe ve tamda Cemal’e yaklaştırıyor.Bu noktada düğümlerin ortasındaki Asu’yu ve karakterin gidişatını merakla bekliyorum.
Bu bölümü Asu’nun Demir’le karşılaştığı sahneyle kapadık, ikisinin de hazırlıksız yakalandığı bu karşılaşmanın devamı Demir’in üzerindeki sisi de iyice dağıtıp bizi Demir’le tanıştıracak.
Emeği geçen herkese çok teşekkür ediyorum.Haftaya görüşmek üzere, sevgiler
Berrak Küçük
*Barış Bıçakçı aynı adlı romanı.