Yazar: Sinem ÖZCAN
Bir Başkadır, Netflix’te gösterime girdiğinden beri izleyen hemen herkes, düşündüğünü dile getirdi. İlk sezonu taze bitirmiş biri olarak yazmazsam eksik kalır diye düşünüp geçtim klavye başına.
Bundan yaklaşık üç yıl önce yine Netflix’te çok tesadüfen denk geldiğim bir dizi vardı: Shtisel. İki sezonunu ardı ardına nerdeyse soluk almadan izlemiştim ve tadı damağımda kalmıştı. Benim için en çarpıcı yönü vak’aya odaklanmadan durumlar ve duygulardan yürümesi ve çatışmasını da buna oturtmasıydı. Tek kelimeyle âşık olmuştum ve hâlâ büyük bir özlemle üçüncü sezonunun gelmesini bekliyorum. İşte, Bir Başkadır’ın ilk on beş dakikada bana verdiği izlenim, tıpkı Shtisel gibi durumlardan yürüyen bir öykü olduğuydu. Sekiz bölümlük ilk sezonu iki günde bitirip başından kalktığımda da aynı duygu, aynı beğeni ve aynı tadı damağımda kalmışlık var, bende.
Bir dönem dizisi değil Bir Başkadır fakat izleyen herkesin çok net sezdiği gibi projenin dokusunda bir 80’ler – 90’lar kokusu alınıyor. Çekim planları, renkler, kullanılan müzik çok duru ama göze batmayan bir dönem atmosferi yaratmış. Diziyi izlerken en çok bu dönüp durdu zihnimde: Neden 80’ler – 90’lar? Kendimce bulduğum cevap da dizinin içeriği gibi sosyolojik. Günümüz Türkiye’sinde yaşananların, ayrışmaların, belki kamplaşmaların, toplumsal ilişkilerdeki sorunların temelinde o dönem yatıyor çünkü. Politik kamplaşmanın darbe etkisiyle bir nebze bitmesinin ardından, liberalizmin sadece ekonomiyi değil kültürü de etkilemesiyle birlikte sınıfsal ayrımın keskinleşmesi; taşra – metropol yaşantısının net çizgilerle ayrılması, ekonomik olarak iki uç sınıfın doğması, dinin sosyal hayatı etkileme gücünün artması ve kapılarını Batı’ya ardına kadar açan Türkiye’nin kültürel anlamda bir kaos yaşamaya başlaması o dönemlere dayanıyor.
Karakterlerin her biri çok doğal. Bugün İstanbul’da sokakta, cafede, AVM’de gördüğümüz; ailemizde ya da yakın çevremizde birebir örneği olan tipler. Hepsini çok iyi tanıyoruz ama dizi, bize belki de bugüne dek gerçek hayatta yapmadığımız bir şeyi yaptırıyor. Bir şekilde hepsiyle empati yaparken buluyoruz kendimizi. Amaç da tam olarak bu! Bugüne dek küçümsediğimiz, ötekileştirdiğimiz ya da çekindiğimiz herkesin hiç bilmediğimiz, aklımıza bile gelmeyen ya da düşünmeye gerek görmediğimiz kocaman bir dünyayı içinde barındırdığını fark etmek.
Berkun Oya, bizi her kahramanla karşılaştırdığında önce bir sersemletiyor ama yavaş yavaş onu anladığımızda bir biçimde yargılarımızı yumuşattığımızı, kabullendiğimizi ve onu kendimizce akladığımızı sezdiriyor, bize. Karakterlerinin hepsine belli bir mesafede duruyor; bize “Al, bunu sev!” ya da “Bak, ben bundan hiç hoşlanmadım. Sen de nefret et!” demiyor. Serbest bırakıyor onları ve bizim zihnimizdeki kabın şeklini almalarını bekliyor. Hiçbirini doğrudan yargılamıyor ve mahkûm etmiyor. İzleyicinin de tam o karakteri yargılayacağı noktada bir soru işareti bırakıyor ortaya ve siz birden yargınızı “ama..” larla yok ettiğinizi fark ediyorsunuz.
Senaryo, birbirinden bağımsız gibi duran aksların bir biçimde bağlanıp ana olayı oluşturduğu bir zincir duygusu uyandırıyor. Bu zincirin halkalarını enfes bir senaryo diliyle yapıştırmış. Ben çok uzun zamandır bu kadar mükemmel diyalogları olan bir iş izlememiştim. Konuşmalar su gibi akıyor ve kahramanın ağzına tam oturuyor. Mesaj içeren bir iş ve bu mesajları doğal olarak repliklere de yediriyor ama hiçbir replik basit bir slogan üslubu taşımıyor ve “Bakın şimdi, ben mesaj veriyorum!” duygusu da uyandırmıyor.
Başta da söylediğim gibi farklı bir reji tekniğiyle diziye bir dönem atmosferi sindirilmiş ve bu atmosfere Ferdi Özbeğen’le bir ünlem konmuş. Adeta bir light motive gibi kullanılmış Ferdi Özbeğen; onun bütünleştirici etkisi ve yardımıyla diziye sindirilmiş. Görüntü yönetmeninin olağanüstü bir iş çıkardığını da söylemek gerek. Berkun Oya ve Yağız Yavru’nun iş birliği çok başarılı bir sinematografik anlatım yaratmış. Bu arada dizinin müziklerinde Cem Yılmazer’in başarısı da konuşulmaya değer. Zerrin Özer’den, Melih Kibar’ın unutulmaz Çoban Yıldızı’na, dönemin film müziklerinden Ferdi Özbeğen’e kadar müzikler nostaljik ama bir o kadar işlevsel kullanılmış.
Fatih Artman, Defne Kayalar, Tülin Özen, Bige Önal, Settar Tanrıöğen, Alican Yücesoy ve diğer bütün oyuncular çok iyi karakter çıkarmışlar ve bütünün içine enfes oturmuşlar. Castta en ufak bir aksama en ufak bir olmamışlık duygusu yaşamadım. Bu arada Öner Erkan’a da ayrı bir tebrik sunmak gerek. Her ne kadar onun ve ablaları Gülbin’le Gülhan’ın öyküsü şimdilik flu da olsa bir tekerlekli sandalye üstünde, tek kelime etmeksizin varlığını diziye damgaladı.
İlk sekiz bölümde, kalabalık bir karakter tablosunda herkesin tek tek öyküsünü detaylıca vermedi, elbette senaryo. Hayrünisa’nın öyküsü, Gülbin’in engelli kardeşi, Sinan ve annesinin ilişkisi sanki biraz bilerek geride bırakılmış. Ben “Bunu, şöyle bir gösterip geçiyorum ama bundan birkaç sezonluk daha öykü çıkar.” duygusu aldım o akslarda ve büyük bir sabırsızlıkla gelecek sezonları bekliyorum.
Başta Berkun Oya olmak üzere bütün ekibin emeklerine sağlık. Hepsini yürekten alkışlıyorum bu çok özel proje için.