Site icon Dizifilm BiZ

Anlamsız Sahnelerin Anlamsız Cümleleri

                                                                                               Yazar: Ayşe KUTLUHAN

Karmakarışık günler geçiriyoruz uzun zamandır, hep birlikte. Ve yine hep beraber el ele verip bir çıkış kapısı arıyoruz, feraha kavuşmak için… 24. Bölümün ardından dökülen yapraklarımızı toplamak zor olsa gerek ancak bize verilenle mutlu nasıl olunur, onu bulup yolumuza bakmamız şart. Aksi taktirde zifiri karanlıkta aydınlık arayan bir Ferhat Aslan gibi dolanıp dururuz ortalıkta… Bazen kurgu öyle bir yere gelir ki izleyiciyi oradan oraya savrulur. Anlam veremediği birçok olayın içinde bulur kendini. Tıpkı bu bölüm anlamsız bir şekilde ölen İdil gibi… Hikâyenin en başında idealist, zehir gibi güçlü bir iş kadınıydı, İdil… 27. bölüme kadar iş kadını imajından sıyrılıp kıskanç bir kadından tutta entrikacı, iş çeviren, evde değişik dedikodularla gündem dolduran, ne yaptığı belirsiz bir kadın olurken yeni yetme, ne olduğu belirsiz bir ergen tarafından öldürüldü. Sessiz ve sedasız bir biçimde… Trajikomik bir şey benim için İdil’in ölme sahnesi, cidden. Komik bir kavganın sonunda itildi ve kafası, üzeri açılan bir arabanın branda kısmına vurdu ve öldü. Aaa!!! Ne kadar enteresan ve yaratıcı bir ölüm şekli. Evet, çok samimi bir şekilde diyebilirim ki kırk yıl düşünsem İdil’in bu kadar avam bir şekilde öleceğini asla ve asla düşünmezdim. Çok özür dileyerek söylüyorum ki senaristlerimiz adına ben utandım… Bunca zaman her bölümünü umutla seyreden izleyici kitlesini bu şekilde resmen yemlemeye çalıştıkları için. En az Azad Dağıstanlı’nın ölümü kadar yersiz ve zamansızdı… Akıl vermek gibi olmasın da affınıza sığınarak söylüyorum sevgili okurlarım, Cüneyt’in isteklerini yerine getirmeyen İdil’in ölümü Cüneyt’in elinden olsaydı daha mantıklı gelirdi bana. Bunu bir kenara koyduk diyelim… Cüneyt, İdil mektup bırakmış olacak dediği anda “Bunca yıllık asistanı ve sevgilisinin hatta şu anda karısının, el yazısını tanımayacak kadar salak değildir umarım.” dedim Namık Emirhan için. Mektup bilgisayar yazımı olunca bu tezim çürüdü ancak bu bile senaristlerimizin Namık Emirhan’ın zekâsını küçümsemediği anlamına gelmez, ne yazık ki… Namık Emirhan, neden el yazısı değil de bilgisayar yazısı diye sorgulamaz mı? Hadi onu geçtim… İdil, Ferhat’la ilgili büyük sırrı bilirken Namık bu gidişinin ardından hiç tedirgin olmaz mı? Ya Namık’ın canını yakmak için her şeyi anlatırsa? Bunlar tamamen açık bırakılmış hikâye boşlukları ne yazık ki. İdil, Emirhan konağında birçok sırrı öğrenmiş ancak hiçbirini kullanamadan ölüp gitmiştir. Başımız sağ olsun…

Geçtiğimiz hafta bölümü bıraktığımız yere geri dönecek olursak Aslı’ın elindeki zarfın Vildan’ın mektubu olmadığına emindim, diyebilirim. Ancak, ne yalan söyleyeyim konunun Jülide ile bağlantılı olabileceğini hiç düşünmemiştim. Hülya’nın ilk günden beridir Jülide’den haz etmediği aşikârdı ama o geceye şahit olduğunu hiç tahmin etmemiştim. Tam bu noktada senaristlerimiz beni şaşırttı dersem, yalan olmaz. Demek ki istenince yaratıcı olabiliyor insan. Az zorlamak gerek… Aslı’nın Jülide ile ilgili gerçeği öğrenmesi ve Jülide’nin duygu sömürüsü yapması Aslı’yı hiç beklemediği yerden vuruyor maalesef. Birçok kişinin yadırgadığı “Para kazanmak için o işi yapmak zorunda kaldım!” konuşmasını ben çok olağan karşıladım. Gerçeklerle yüzleşmek insanlara zor gelse de çaresiz kalan insan, maalesef kendini bu tarz işlere verebiliyor. Burada suçlu olan o işi yapan değil de onu o işe zorlayan bizleriz. Görmezden gelmek, zorlamaktır… Bundan olsa gerek ki Aslı bu konu için kendini suçladı.  Aslı ile Jülide’yi de kıyaslamasın kimse, zira Aslı’nın arkasında ona sahip çıkan bir ağabeyi vardı. Bunun dışında Jülide’nin hikâyesinde bana göre çok eksik noktalar var. Belki kendi uydurduğu bir hikâye, belki ona uydurulan bir hikâye… Ama eksik bir hikâye…

Son iki bölüm o kadar kısa zaman da o kadar karışık sahne ve olaylar izledik ki ben hâlâ “Abidin neden gitti?” diye soruyorum kendi kendime. Ferhat’ın ona inanmayacağı bariz ortada zaten, ee o zaman kimse yoktu, deseydi. Neden bu kadar anlamsız bir şekilde suçu üstüne alarak Gülsüm ve Necdet bebek için onca çaba sarfetmişken onları o gayya kuyusu konakta bırakıp gitti? “Abidin sana ihanet etmez.” diyen Gülsüm’e “Benim kardeşim bana ihanet etmez asla.” diyen Ferhat da candır. Bir an bile şüphe etmedi… Edebilirdi de. Ne olursa olsun kız kardeşinin kocası ve yeğeninin babasıydı Cüneyt. Ancak Ferhat “İhanet” kelimesini söylerken o kelimenin ağırlığı altında ben ezildim. Şimdi Abidin, Özge gerçeğini öğrenince Ferhat hangi konumda olacak? Var mı bir bilen? Varsa bana da söylesin, lütfen…

Bölüm başından itibaren kızmalara doyamadığım bir Yiğit Aslan yapmışlar, bu bölüm. “Savcım içine Ferhat Aslan mı kaçtı?” dedim durdum her gördüğümde. Yavrum sen savcısın, savcı! Parmaklıkların ardında “Yaka numaran ne senin? Devletin savcısıyım ben!” diye bağıran savcı… Ne bu şiddet, bu celal? Reşit olmayan bir çocuğu kaçırmak, elini ağzını bağlamak nedir? Hadi onu geçtim… Özgür kaçırıldığında senin ayrı, Suna’nın ayrı yaşadıklarını, ne çabuk unuttun sen? Babanın ölümünden sorumlu olmalarından “şüphe” etmen seni asla haklı çıkarmaz. Öyle 4-5 ergen delikanlının arasında kalırsın da kurtaran Ferhat Aslan olur… Ferhat’ı karanlık olmakla suçlarken neydi bu şimdi? Sen kravat çocuğusun savcım, sokakları erbabına bırak, lütfen…

Aslı ve Ferhat sahneleri muazzamdı benim için. Normal olmayı, sıradan bir çift gibi yaşamak isteyen Ferhat Aslan’ı gördüm bu bölüm. Jülide’nin peşinden bara gitmiş olsa da karısını kırmayıp biraz olsun orada vakit geçiren, o da yetmezmiş gibi karısını tanıyıp slow müzik isteyip onunla dans eden Ferhat Aslan görmek muazzam bir şeydi… Ben doymadım seyretmeye. Doyan olduğunu, hiç sanmıyorum. Arada geçen replikler, konuşma tarzları, ses tonlarına kadar enfesti… Yatakta geçen çilekli konuşma, şapur şupur zevkle çilek yemeleri cabası.  Ben Aslı ile Ferhat sahnelerinde kâh ağzım kulaklarımda, kâh kahkahalarla kaldım ekran karşısında… Ta ki büyü bozulup Özge’nin geceyarısı başka hiç kimse yokmuş gibi Ferhat’ı aramasına kadar… Özge bebek değil kesinlikle. Öyle bir durumla karşılaşınca ilk araması gereken kişinin babası olduğunu, biliyor olması gerek. Babasına ulaşabileceği bir telefon yok diyelim, anneannesini arardı. Bu zamana kadar kaç kere okşamış ki başını Ferhat ağabeyi de onu arıyor? Haa pardon! Kızını zerre umursamayıp psikolojik çöküntüye girip intihar eden Vildan’ı Ferhat kurtarmalıydı ki Aslı’nın saçma bir şekilde odasında düşürdüğü fularını görüp Aslı’ya kızsın… Yaratıcı kurgu…

“Sen benim sözümü dinlemedin! Vildan senin yüzünden böyle… Çünkü Özge benim kızım.” diyerek bebeği düşme tehlikesinde olan karısına günlerdir el bebek gül bebek davranan ve onun için gecenin bir yarısı dağ çileği için manav nanav dolaşan Ferhat’ın onu orada o hâlde bırakıp gitmesine zerre kızmadım dersem, hanginiz kızar bana? Kızmadım. Çünkü 1. bölümden, 24. bölüme hatta ve hatta 27. bölüme kadar tanıdığım ve gördüğüm Ferhat, bunu asla yapmazdı! Sadece yazmak için yazılan bir sahnede içimde yaşattığım Ferhat’a zerre tepkim yoktur benim… Ayrıca “Özge benim kızım.” değil, “Özge benim kızımmış.” demeliydi zira bunu yeni öğrendi Ferhat. Evvelden biliyormuş ve susuyormuş gibi konuşmak neden? Anlamsız sahnelerin anlamsız cümleleri…

Bazen mutlu olabilmek için içinde yaşattığın karakteri kendin yönlendirirsin. Ben de bunu yapmaya karar verdim…

Bölümde emeği geçen herkesin yüreğine sağlık. Geciktiğim için bekleyen bütün okurlarıma özürlerimi sunarım.

Sevgiyle kalın…

 

 

Exit mobile version