Yazar: Irmak TERCANER
Soğuk bir ekim akşamı hayatıma giren, her bölümünü iple çektiğim, izlediğim her sahne sonrası ‘’Ben olsaydım burada ne yapardım?’’ sorusunu zihnimde evirip çevirten Ağlama Anne’ye veda vakti gelip çattı. Oldum olası vedaları hiç sevmemişimdir. Zira her vedanın arkasında hem yaşanmışlıklar hem de hiç yaşanamayacaklar vardır. Bir diziye veda etmek, sadece onu bir daha izleyemeyecek olmak değildir. Her dizinin bir olay örgüsü ve bu örgüyü şekillendirecek karakterleri vardır. O karakterler, tıpkı gerçek yaşamda olduğu gibi doğar, büyür, zaman zaman savrulsa da bir şekilde yollarına devam eder ve bir gün görevlerini tamamlayarak sahneden çekilirler. Bu yüzdendir ki bir diziye veda ettiğiniz an, o diziyi taşıyan ve size izleten tüm karakterlerin yaşam savaşlarının erkenden sona erdiği bir andır. Bu, erken bir vedadır çünkü geride daha çok yaşanmamışlık, daha çok ‘’keşke’’ ve yarım kalmış daha çok hikâye vardır. Tam da bu yüzden bu yazımı bir bölüm yazısı olmaktan ziyade inandığım, alıştığım, odak noktama yerleştirdiğim ama her şeyden önemlisi hem karakterlerini hem kurgusunu sevdiğim bir projeye ve onun arkasında bıraktıklarına bir veda ve son bir teşekkür olarak kaleme alıyorum.
Ağlama Anne, fragmanları izlediğim ilk andan itibaren ilgimi çekmeyi başarmıştı. Gerek güçlü oyuncu kadrosu gerekse konusu beni içine hapsetmişti. En baştan beri farklı, çok farklı olacağını haykıran bir proje vardı karşımda. Bir projenin kalitesi, konusunun daha önce çok kez işlenmiş olmasından değil, onu nasıl kurguladığınız ve nasıl işlediğinizden belli olur. Bu noktada ben, Ağlama Anne’nin bu kalite sınavını daha ilk bölümden geçtiğini düşünüyordum. Farklı şekilde kurgulanan bir projenin yanına bir de daha önce çok kez projesini izlediğim, her role kendinden bir şeyler kattığına inandığım bir oyuncu eklenmişti: Birce Akalay. Kendisiyle tanışıklığımın Yer Gök Aşk adlı projeye dayanır ve eğer bir dizide o rol alıyorsa o diziyi mutlaka izlenecekler listeme eklediğim bir oyuncudur. Konusu ve Birce Akalay adı Ağlama Anne’yi izlememi kaçınılmaz kılmıştı ve ilk bölümden ekran karşısına oturdum. Oturuş, o oturuş oldu ve ben on üç hafta boyunca bir daha ekran karşısından hiç kalkamadım; taa ki veda gelip çatana kadar.
Bölüm, Adnan’ın, Özlem’i şikâyet ettiği yerde başladı. Her ne kadar Özlem’in, bir an için köşeye sıkıştığını düşünsem de aklım, Arya’nın kaçırılmasının onu kurtaracağı, hatta bu noktada okların Alev – Damla ikilisine yöneleceğini söylüyordu ve öyle de oldu. En büyük suçu işlediği anda Özlem, yine bir şekilde kurtulmayı başardı ancak bu kurtuluş, finale doğru kendini derin korkularıyla yüzleşmeye bıraktı.
Final bölümleri, tüm sorulara güçlü bir cevap niteliğinde olur. Amaç, seyircinin aklında hiçbir soru işareti kalmadan yolculuğu tamamlamaktır. Hikâyenin en önemli yapı taşları olan karakterlerse dizinin finalinde ya çıktıkları yolda kaybolmuş olur ya da geçmişten aldıkları derslerle geleceğe göz kırparlar. Sonuçta yapım tarafından ne hikâye ne de karakterlerinin gelecekteki hayatına dair bir soru işareti bırakılmaz. Ağlama Anne‘de de final bölümünün her sahnesi bu amaca hizmet etmiş ve hikâyede, kurguda ve karakterlerin yaşamlarında asla boş bir nokta bırakılmamıştı.
Özlem, tüm yaptıklarıyla kendi sonunu hazırladı ve hikâyesini tamamlayarak sahneden çekildi. Bir anlamda Özlem, çıktığı yolda kayboldu ve kaybetti. Arya’nın bulunmasından sonra soluğu evde alan Alev içinse hayatının en zor zaman dilimi başladı. Haftalar boyunca varlığını her daim sorguladığım Aydan, dizinin en önemli konusu olan bombayı patlattı. Eğer bu final bölümü olmasaydı şunu çok iyi biliyorum ki bu durum bir şekilde atlatılır ve Zeynep, en azından o an için gerçeği öğrenemezdi. Ancak rotanın final olduğu bir zamanda Zeynep’in gerçeği öğrenmesine hizmet edecek tam da bu tarz bir sahneye ihtiyaç vardı. Bu sahneye zemin hazırlayan süreç her ne kadar ilgimi çekmese de haftalardır beklediğim Zeynep – Alev yüzleşmesi bu ilgisizliği alıp götürdü.
Zeynep’in gerçek annesinin Alev olduğunu öğreneceği o sahne, hem dizi içindeki karakterlerin hem de o diziye gönül vermiş izleyicilerin beklediği en önemli andı. Bu yüzleşme; o kadar içten, abartısız, doğal, iyi oyunculuklar, iyi bir kurgu ve senaryo ile anlatılmıştı ki çok etkilendim. Oldum olası abartılı sahneleri ve oyunculukları hiç sevmemişimdir. Bence iyi bir oyunculuk ve sahne, abartıdan arındırıldığı sürece mümkündür. Her şeyi en uçlarda yaşamak bazen sahnenin, hayatın ve hatta gerçeğin önemini alıp götürebilir. Zeynep – Alev yüzleşmesi o kadar abartısız ve içten oynanmıştı ki o an tek bir şey dedim: İşte haftalardır beklediğim sahne. Yıllardır gerçeklerin altında ezilen Alev, her şeyi en ince detayına kadar anlatmış ve şimdi tüm ağırlık Zeynep’in omuzlarına binmişti. Onun verdiği ilk tepki bence olağandı. Normalde haftalarca sürebilecek bu tepki son bölüm hatrına bir Zeynep – Alev – Damla sarılması sundu bize.Ben, Zeynep’in hem Damla’ya hem de Alev’e anne gözüyle bakmasını istiyordum. Zira benim gözümde hem doğuran hem de büyüten olarak her ikisi de Zeynep’in annesiydi. Bu noktada hayalini kurduğum şeyi izlemenin mutluluğuyla Alev – Zeynep – Damla üçlüsünü geleceğe uğurluyor ve rotamı başka bir yöne çeviriyorum. Dizinin başladığı ilk günden bu yana düzenli olarak eleştirdiğim tek bir karakter var: Hasan.
Bu bölüm, Hasan’ın gerçekleri öğrenmesine ve kendini sorgulamasına şahit olduk. Evet, bu bir sorgulamaydı ancak benim nazarımda asla kabulü yoktu. Her insan hatalar yapar ve bir gün mutlaka hatalarından ders çıkarır. Ancak önemli olan şey, hatalarımızdan nasıl dersler çıkardığımızdır. Eğer sen, geçmişte şiddet ve baskı uygulayarak yaptığın hataları bugün, kalkıp yine şiddetle telafi etmeye çalışıyorsan ben, seni anlamam Hasan hem de hiç. Bu noktada Hasan’ın, Çetin’i öldürmesini asla geçmişteki hatalarının telafisi olarak görmüyor ve Alev, onu affetmiş olsa bile ben, asla affetmiyorum. Zira bir insanın hatalı olduğunu kabul etmesi ve pişman olması, kan ve cinayet ile değil geçmişte yaptıklarını tekrarlamayarak mümkündür.
Yazımı bitirmeden önce öykünün aşk ayağına son kez değinmek istiyorum. Ben, Ali Osman’ı tüm gölgelerine rağmen en başından beri onu sevmiştim. Onun, Alev’in en eksik yanlarından biri olan birine güvenme korkusuna derman olacağına ve onu, sevgisiyle iyileştireceğine inanmıştım.
Bu yüzdendir ki bölümün sonunda Ali Osman’ın Alev’e evlenme teklifi ettiği sahne, beni gerçekten sevindirdi. İki yalnız insanın yol arkadaşlığı ile başlayan dizi, birbirlerine derman oldukları bir noktada hayat arkadaşlığı ile son buldu. Damla – Adnan ikilisi içinse durum ne yazık ki böyle değil. Geçen hafta da söylediğim gibi bu ikili, senaryonun en zayıf noktasıydı. Haksız çıkmayı isterdim ancak senaryoda onların gelecekleriyle ilgili hiçbir şeye yer verilmemesi haklı çıktığımın en büyük delili oldu. Belki başka zaman, başka koşullar ve başka projelerde uyumlarını çok sevdiğim bu ikili için her şey çok daha farklı olabilir.
Dizi, Alev – Damla – Zeynep kavuşmasının tam ortasında son buldu. Her proje, her dizi bizlere yeni karakterler kazandırır. Dizinin bitmesi bir vedadır ancak asla bir son değildir ve biliyorum ki bu da asla bir ayrılık değil. Onlar, uzaklarda bir yerlerde yaşamlarını sürdürecekler ve biz de tanıdığımız o hayatların yollarına ne şekilde devam ettiklerine merak duyarak buruk da olsa önümüze bakacağız. Ağlama Anne, bizlere kattığın her şey için teşekkür ederim. Yolun açık olsun. Herkesin emeğine sağlık.