Bölüm başlamadan gelen, en az yarım saatlik özetlere alışkın olan ben, dün akşam Adı Efsane başlamadan önce televizyonu açık bırakıp içeri geçtim. Amacım özet boyunca işlerimi halledip ilk sahneye yetişmekti. Beklerken Rojda Demirer’in her zaman bayıldığım o huzur veren sesini işittim, birden. “Allah Allah, özetsiz mi girdi bunlar?” diye alelacele ekran başına döndüm ki bambaşka bir özet tekniğiyle karşılaştım. Geçmiş bölümler, Seçil’in ağzından aktarılıyordu. İşten güçten vazgeçip oturdum ekran başına ve neredeyse ilk kez, hiç sıkılmadan aksine keyif alarak özeti izledim, daha doğrusu dinledim. Bir taraftan da “Keşke her bölüm, bir başka kahramanın ağzından özetleseler böyle!” diye düşündüm. Kısacası özetiyle bile beni kendine çekmeyi bildi dün akşam Adı Efsane. Akıl edenin, hazırlayanın ve seslendirenin emeklerine sağlık.
Adı Efsane, başlamadan ilgimi çeken dizilerdendi. Erdal Beşikçioğlu ve Rojda Demirer ikilisi sebebiyle. İlk bölümü izledikten sonra “Ben bu dizinin izleyicisi olurum.” demiştim kendi kendime. Bir yanı Koçum Benim’i diğer yanı Güneşi Beklerken’i hatırlatsa da… Hele Güneşi Beklerken’i bayılarak izlediğim hâlde hep derinlik olmayışından yakınıp duran bir seyirci olarak Adı Efsane beni ilk bölümden çekip aldı. Üstüne üstlük bayıldığım Erdal Beşikçioğlu ve Rojda Demirer isimlerine daha ilk bölümden ekleniveren Cem Yiğit Üzümoğlu performansı ve beklediğimin çok çok üstünde olan Devrim Yalçın rejisi de her zaman gününde olmasa da kaçırmadan izleyeceğim dizilerden yaptı, Adı Efsane’yi.
Tarık’ın kendine yeni bir hayat kurma, kızlarını yanına alma ve özellikle Melis’le ilişkisini toparlama çabaları üçüncü bölümün finalinde bıçaklanmasından sonra ciddi bir yara almıştı. Geçmişte yaşadıklarının etkilerini henüz üzerinden silememiş, kendiyle savaşını bir türlü tamamlayamamış bu adamın Melis’e verdiği sözü, istemeden de olsa, bir kez daha tutamaması onu çıkmaya çalıştığı çukura yeniden itecekti elbet. Yeni bir umuda tutunup içinde bulunduğu kör kuyudan tırmanmaya çabaladıkça aldığı darbeler her seferinde biraz daha geriye itiyor onu. Ancak ben bir kez dibi görmüş, karanlığa batmış adamdan korkmam. Ne yapar eder, tutunup çıkar. Yeter ki çıkmak istesin. Yeter ki onu yeryüzüne döndürecek bir motivasyona sahip olsun. Bu kez o motivasyon takımından geldi.
Her biri Tarık kadar yaralı beş genç, onun takımı… Hayata tutunmayı becerememiş, birbirlerine tutunmuş gençler… En ağır şartlar takım lideri Hakan’ın gibi görünse de diğer dördünün de henüz bilmediğimiz travmaları var gibi hissediyorum, ben. Başka türlü birbirlerine bu kadar sımsıkı tutunurlar mı, başka türlü okulda bu kadar baş belası olurlar mı? Sanmam.
Takımın lideri Hakan’a gelince… Tarık’ın çok genç versiyonu o, aslında. Tarık’ın daha geç yaşadığı acılarla o, bir de ergenliğinde karşılaşmak zorunda kalmış. Onu kaskatı, tavizsiz ama adil yapan şey bana kalırsa Allah vergisi zekâsı… Empati yapan, sorgulayan ve düşünen yanı Hakan’ı aklı yattığında özür dilemeye ve geri adım atmaya götürüyor ama anlamsız diktatörlüklerle karşılaştığında saygı, sosyal konum ve güç farklılıklarını hiçe sayıp başkaldırıyor. Bu da başını beladan belaya sokuyor. Kendi hayatıyla ilgili bir beklentisi ve umudu yok. Çok bağlı olduğu annesi ve kardeşi olmasa belki çoktan, kendisini geri dönülmez yerde bulabilirdi ama babasının doğurduğu boşluğu kapatıp ailesini sahiplenme güdüsü yine de çok zor da olsa onu çizgide tutuyor.
Hakan’ın annesi çok rastladığımız kadınlardan… Çocuklarına çok düşkün ama hayırsız kocadan kurtulmayı düşünmeyen ve istemeyen bir kadın tipi. .. Bu bölüm, onun da geçmişindeki yarayı gördük. Yine de benim bu tür kadınlara bakışım hep soğuk ve mesafeli olmuştur. Çünkü ben konumu, sosyal ve ekonomik şartları ne olursa olsun hele de oğlu gibi bir desteğe sahipse kadının “Bu da benim kaderim!” tavrından fena hâlde rahatsız oluyorum. Kendini ancak bir erkekle var edebilen, evlilikle konumlandırabilen ve bunu kaybetmemek için her türlü eziyeti sineye çeken kadın profili beni fena hâlde itiyor. Hakan’ın annesini de benim gözümde oğlunu bir sınırda tutmayı başardığı için olumlu ama giderek ona yük olacağından olumsuz bir kimlik.
Hakan’la Tarık’ı kesiştiren karakterler zincirinin bir diğer halkası Bahar Öğretmen… Hah işte o, benim bu dizide en ısınamadığım, en itici bulduğum karakter. Hangi kalıba sokmaya çalışsam girmiyor. Ne kadar anlamaya çalışsam başarısız oluyorum. Peki, kötü mü yazılmış Bahar? Hayır! Kötü mü canlandırılıyor? Ona da kocaman bir hayır! Benim sorunum tiplemeyle ya da oyuncuyla ilgili değil direk karakterin duruşuyla ilgili. İlk olarak ben onu Tarık Hoca’yla düşünemiyorum, düşünmek de istemiyorum. Bahar, Tarık’ın ihtiyaç duyacağı, birlikte olacağı ve onun sevgisiyle ehlileşecek bir adam değil. Bahar tarzı bir kadının Tarık’ın kapsama alanına hiç girmemesi gerek. Niye mi? Fazla formal ve fazla yüzeysel bir kadın Bahar da ondan…
Aynı nedenle benim onun eğitimciliğine de fena hâlde itirazım var. Sürekli aşırı didaktik ve sert, daima eleştiren bir öğretmen tipi Bahar… Sorunsuz, sıradan öğrenci için rahatsız edici olmayabilir ama bu kimlik, Hakan ve benzeri öğrencilerde saygı uyandırmaz ki uyandırmıyor da… “Hocaaaa!” diye diye konuşması bunun en somut göstergesi. Bu tip öğrencilerde saygı uyandıramazsanız farklı olduğunuzu sezdirmezseniz ve onu anladığınıza ikna edemezseniz zerre mesafe alamazsınız. Şu an Bahar zaten, Hakan ve çetesi tarafından bir akıl hocası konumunda değil, inşallah da olmaz ama eğer ilerleyen bölümlerde bu yapısıyla Hakan ve arkadaşlarının baş tacı olur, saygı gösterdikleri laf dinledikleri insan konumuna gelirse fena sinirleneceğim.
Bahar; hiç arkadaşı olmayan, sosyal hayatı sıfır, hobileri bulunmayan tüm dünyası işi olan bir öğretmen… Tek derdi kızını evlendirmek ve her şeyi kontrol etmek isteyen bir anneyle yaşıyor. Dar bir penceresi var dünyaya bakan… Kolay etki altında kalıyor ve grileri yok. Hep çok sert… Yüreği iyi de olsa yöntemleri hem Tarık için hem öğrenciler için çok yanlış. Bu tarz bir kadın elbette Tarık’tan etkilenir ve ona âşık olur ( Renklilik ve ulaşılmazı elde etme isteği caziptir) ama Tarık ona âşık olmaz, olmamalı… Olursa bu aşka inancım yok, baştan söylüyorum.
Öykünün diğer kanadında ise Seçil var. İşte o bana çok daha gerçek, çok daha anlaşılabilir gelen bir kahraman… Tarık’a âşık hem de her şeye rağmen hâlâ âşık… Geçmişte onun sevgisinin farkında bile olmayan Tarık, onun yerine ablasını seçmiş. Tercih edilmemenin yıkıntısını yaşamış üstelik sevdiği adamın ablasıyla mutlu evliliğinin izleyicisi olmuş. Hâliyle çok öfke dolu Tarık’a. Üstelik ablası öldükten sonra Tarık’ın üst üste yanlışları bu öfkeyi perçinlemiş. Genç bir teyze olarak sorumluluğunu üstlendiği iki yeğenine bir hayat kurmaya çabalamış; kızgınlığının etkisiyle de onlar için daha iyi olacağına inandığından çocukları babalarından uzak tutma savaşı vermiş. Bütün bunlarda haklı demiyorum ama Seçil’i anlıyorum ve Seçil yaşayan bir tip: öfkesiyle, sevgisiyle, sorumluluğuyla ve babayla çocukları arasındaki engel konumuyla… Rojda Demirer oyunculuğunun başarısıyla da seviyorum Seçil’i. ( İtiraf ediyorum Seçil biraz yumuşasa ben Tarık’la onun bir şansı olmasını da istiyorum. Olmayacağını bile bile…)
Hakan’ın Tarık Hoca’ya giderek yaklaşması ve onu anlamaya başlaması Melis’i ikna edenin de Hakan olacağının işareti. Hakan’a olan ilgisi Melis’i hem bir aşka hem de babasına farklı gözle bakmaya götürecek. Ben Melis& Hakan ilişkisini dört göze bekleyen gruptanım. O ilişki sadece Melis’i yumuşatmayacak, Hakan’ı da daha ehli bir insan hâline getirecek. Her ikisi de babasından yaralı gençlerin sevgiyi, şefkati ve bağlılığı birlikte öğrenmelerini izlemek çok keyifli olacak.
Hakan’dan söz ediyorken söylemezsem olmaz. Hakan, Cem Yiğit Üzümoğlu tarafından canlandırılıyor olmasaydı acaba bu kadar çarpıcı, bu kadar etkileyici bir kahraman olur muydu? Şüpheliyim. Teknik olarak doğru yerde doğru vurguları yapmasını koyuyorum bir yana ( Oyuncu rejisi çok başarılı verilmiş, tebrikler) Hakan’ın her adımında bir Cem Yiğit Üzümoğlu etkisi de hissediyorum. İlk işinde bu kadar doğru bir oyunculuğu yakalamak tamamen canlandıranın başarısıdır bana göre. Umarım ani gelen ilgi “Ben oldum” havası yaratmaz, umarım her biri çok değerli oyunculardan oluşan setinin kıymetini bilir ve alabileceği her şeyi alır ve umarım sosyal medya ayağını çok iyi yürütür Cem Yiğit Üzümoğlu. Önü çok açık ve birkaç yıl sonra pek çok platformda konuşulan isimlerden biri olacak gibi görünüyor. Onu ilk işinde izlemiş olmak benim kişisel arşivim için çok özel bir yere sahip.
Cem Yiğit Üzümoğlu’nun başarılı performansını gördükçe yapımların neden noname isimlere yeterince şans vermediğini de sorguluyorum. Şu ya da bu biçimde ünlü olmuş pek güzel / yakışıklı (!) ama bundan başka niteliği olmayan isimlere ödenen miktarları ve bundan alınamayan karşılıkları düşündükçe dizi sektöründe aranan kanların aslında noname isimlerde olduğuna bir kez daha inanıyorum. Gereksiz yere bazılarını büyültmeden ve izleyiciye beklentinin çok altında performanslar izletmeden çok başarılı castlar yapılabilir diye düşünüyorum.
Bu arada Adı Efsane’de Devrim Yalçın gerçeğinden söz etmemek olmaz. Gerek kurduğu dünya gerek oyuncu rejileri gerekse çekilen sahnelerin kalitesi beni benden alıyor. İlk bölümde giriş sahnesinde Tarık’ın yaşadığı ( nefes aldığı mı demeliydim acaba) mekân çekimine vurulmuştum. Bu hafta da takımın antrenman yaptığı sahnede çarpıldım. Hakan şınav çekerken yavaşça yürüyüp ayaklarını onun başının hizasında birleştiren Tarık ve her eğilişinde onun “ayaklarını öpüyor” görüntüsü veren Hakan, bana metaforik olarak çok zekice ve çok hoş geldi. Gerçekten çok ama çok etkileyiciydi.
Beni cumartesi gibi zor bir günde ekran karşısına çekmeyi bilen bütün ekibe teşekkürlerimi sunuyorum. Hepinizin emeklerine sağlık…