Site icon Dizifilm BiZ

FERHAT İLE ŞİRİN 1. BÖLÜM

YAZAR: Ayça AKMAN

Yönetmen koltuğunda Mehmet Ada Öztekin’in oturduğu, O3 Yapım ve Medya Art İstanbul imzalı Ferhat ile Şirin‘in ilk bölümünü izlemek için kendime göre iki sağlam nedenim vardı: İlki, dizinin adını efsanevi bir aşkın kahramanlarından alan iddialı duruşu, ikincisiyse seyretmeyi çok özlediğim Cansu Dere’nin varlığı, daha ne olsun…

Ferhat ile Şirin, elbette bir aşk hikâyesi, aşk üçgenine bağlanacağını hissettiğimiz imkânsız bir sevgi bu. Öykünün kahramanı Ferhat çok küçük yaşlarda annesinden ayrı düşmüş ancak onu aramaktan hiç vazgeçmemiş. Manevi babası Salim, kuytu bir sokakta annesi kaçırılmış, çaresiz, korkmuş kalakalan ufaklığa arabasıyla çarpınca yolları da kaderleri de kesişivermiş. Ekmek tekneleri olan marangozhanede, kâğıda flu çizilmiş karakalem resim, annenin konduğu yerde herkese yukarıdan bakmasıyla aslında düğümün onda atılmış olduğunu bize sezdiriyor. Karalı köşkünün tadilat işlerini alması sayesinde Ferhat, hem Şirin hem de Banu’yla tanışırken bölüm sonunda bunun aslında planlı bir hamle olduğunu anlıyoruz böylece üç insanın kaderleri birbirlerine sımsıkı bağlanıyor!

Ne gariptir ki öykü ana çatışmayı sonda vermesine rağmen tempolu, sıkmayan bir akış vardı bölüm boyunca. Tabii karanlık mafyavari tiplerin verildiği sekanslardaki durağanlığı ve olmamışlığı saymazsak. Tip diyorum çünkü gerçekten bütünden öyle kopuk öyle karikatürizeydi ki yan karakterler ve oyunculuklar kurulan dünyanın inandırıcılığına ciddi sekte vurdular. Diyalogları da bu bağlamda eleştirmek zorundayım. 15 bilemedin 17 yaşında bir marangoz çırağının ağzından “ben sokak kedisi sen ciğerci kedisi” diyen Orhan Veli mısraları dökülmez, şaşkınlıkla dinledim. Ayrıca yazan kalemlerin yapmış oldukları edebî alıntıları diğer bir karakterin ağzıyla açıklamaya çalışmasını hiç anlayamıyorum. Ferhat‘la Şirin’in sahildeki yürüyüşleri esnasında Ferhat’ın alıntıladığı cümleyi Şirin’in “Sen tasavvufla da mı ilgileniyorsun?” nidasıyla tamamlaması bana derin bir iç çektirdi. Anlamayan seyirci anlamasın, merak eden de bir zahmet araştırsın herhalde yaldızları dökülmez diye düşünüyorum nacizane. Belki tasavvuf demişken bu ayağın da biraz aksadığını söylemem gerek. Tüm iyi niyetli çabalara rağmen özde değil sözde küçük öğretiler vardı ne yazık ki. İçselleşmemiş, karakterlerle yoğrulmamış olma hâli bir seyirci olarak dikkatimi çekti ilerleyen bölümlerde düzelir umudundayım.

Şirin ablasının göz bebeği, lakin altın kafeste bir kuş. Kalbinin zayıflığı, içinde yaşadıkları tehlikeli âlem, zamanında ailenin üç bireyinin birden cinayete kurban gitmiş olması ablası Banu’yu bir karar almaya itmiş, kardeşinin hayatını yaşamaması pahasına çevresine duvarlar örmüş. Tek kaçış noktası ney çalışmaları ki o bile bazen nişanlısı Yiğit gibi izleyicileri olduğu sürece yalnız kalıp huzur bulmasına yetmiyor. Kaçırılma tehlikesi atlattıktan sonra ağzından dökülen “Ölseydim eğer, hayatın bana borcu kalacaktı.” cümlesi içinde bulunduğu ruh hâlinin bir özeti aslında. İşte böyle bir zamanda karşısına Ferhat çıkınca hayatın saati Şirin için tekrar akmaya başlıyor. Zayıf, edilgen bir karakter o. Nişanlısını bile kendisinin seçmediğini anlamak biz seyirciler için hiç zor değil. Konsere İzmir’e gitmek için izin koparmaktan aciz bu karakterin Ferhat’a “Benim dağları aşmaya gücüm var, senin var mı?” meydan okumasını bu yüzden doğasına oldukça ters bulduğumu, hata olarak gördüğümü söylemek zorundayım. Tabii bu benim Şirin’le empati kurmama da mâni oldu ve aşkına hiç inanamadım, ne yalan söyleyeyim. Yine de onun artık Ferhat’a âşık olduğu gerçeğini değiştiremeyiz, o bu gerçekle yüzleşmeye çalışırken bilmediği şeyse ablası Banu’nun hayatında ilk defa kendisi için bir şeyler isteyemeye niyet etmiş olması ki bunun hayatlarına giren marangoz olduğunu artık hepimiz biliyoruz.

Banu Karalı disiplinli, otoriter, sınırları ve kuralları olan, kontrol bağımlısı güçlü çok güçlü bir kadın ve bu karakteri Cansu Dere ekrana mükemmel taşımış, bayıldım. Rahatlıkla söyleyebilirim ki benim için bölüm Banu etrafında döndü, izlemeye doyamadım. Aile mirasını, erkek egemen mafya âleminde bir kadın hem de güzel bir kadın olarak sırtlamak onun hayattaki en büyük sınavı olarak duruyor. Bu uğurda duygularını, hayatını ötelemiş. İş üzerine kurduğu yaşam döngüsünde var oluş amacının Şirin‘i hayatta tutmak olduğunu biz seyirciler rahatlıkla görebiliyoruz. Onun için iyi olanı yapabilmek adına babaanne Hayriye’nin eleştiri oklarını bile hiçe sayarak eyleme geçmekten çekinmiyor, kardeşini henüz birkaç gündür tanıdığı bir yabancıyla şehir dışına gönderebiliyor. Neden? Çünkü bir gün bir insan hayatlarına giriyor, yalnızca köşkteki değil “ailedeki tadilat” işlerine de soyunuyor, son derece doğal, teklifsiz ve spontan olarak. Banu Karalı ilk defa kumdan kalesinden dışarı çıkarak dalgaların ayaklarına ulaşmasına izin veriyor. Eleni’yle sohbetinden anladığımız, bu bir ilk. İlkler daima çok kuvvetli duyguları içinde barındırır, sarsar, yıkar. Kim bilir belki de baştan inşa eder! İki kız kardeş ve bir yabancı aşk üçgeninin köşelerini tutacaklar belli ki, biz seyircilerin payına da buna şahit olmak düşecek. Benim tarafım belli. Banucuyum ben, zira Ferhat’la Banu arasındaki kimyaya bayıldım. Şirin ile Ferhat ne kadar olmamışsa benim baktığım yerden, Ferhat ile Banu o kadar olmuştu. Bir ters köşe için neler vermezdi bu gözler…

Ferhat ile Banu’nun gerçek tanışması benim için “Kimse göründüğü kadar değildir.” cümlesiyle başladı,“ Ben göründüğüm kadarım!“ diyen Ferhat’ın ilk yalanıyla noktalandı. İzmir’de bir doğum lekesinin izini sürerken aldığı “Annenle ilgili tüm cevaplar Karalılarda“ notu hiçbir hamlesinin tesadüf olmadığını söylüyor bize. Hesaba katmadığı tek şey vardı, hayatın hazırladığı sürprizler ki Şirin bunlardan ilki oldu. Onun Şirin’le ilgili duygularından henüz emin değilim ben, her şey “bir tık hızlı” oldu. Sanırım bu hız içersinde de elini tutarak kendisine ilgi duyduğunu belli eden nişanlı bir kızla arasına mesafe koymayı beceremedi, İzmir yolunda. Ferhat gibi “delikanlı” bir adamın bu tavrını ciddi bir karakter defosu olarak koydum bir kenara söyleyeyim. Bu arada Tolga Sarıtaş’ı rolünde yadırgamadığımı söylemeliyim ancak Söz’deki oyunculuğuna şahit olmamış bir seyirci olarak bu yorumu yaptığımı da not düşeyim.  Öz babasının Karalı ailesini katletmiş olma ihtimaliyle yüzleşen Ferhat için annesiyle Karalılar arasında kalmak nasıl bir duygu kırılması yaşatacak, dünür Hüsrev Bey’in olup bitenlerdeki dahlini öğrendiğinde nasıl tavır alacak, dahası Banu ile Şirin arasındaki ateş çemberinden yanmadan nasıl çıkacak bekleyip göreceğiz.

Gelelim ne yazacağım konusunda son derece kararsız kaldığım rejiye. Ben şahsen renklere, ışığa önem veren, çekim planlarındaki görselliği seven, ince dokunuşları takip eden bir seyirciyim. Marangoz atölyesindeki tozlardan, çaydanlığın buharına odaklanan kameraya asla hayır demem. İzmir yolunda batmaya başlayan güneşin köşkün demir parmaklıkları arasında kaybolmasını da zevkle izlerim. Doğa planlarına şapka çıkarırım. Yıllar önce Ferhat’a çarpan Salim, onu yerden kucağına alırken yerden çekim yapan kamera da candır. Ferhat köşkün merdivenlerinden çıkarken üzerine vuran beyaz ışık huzmeleri seyir zevkimi şenlendirir. Ve emin olun bunun gibi birçok örnek verebilirim amma sahneler arası ani renk değişimleri beni çok rahatsız etti. Renk kullanımındaki cömertlik, gereksiz slow motionlar, bütüne tam yedirilememiş flashbackler, yaratılmaya çalışılan “film gibi” havası göz yordu ve rol çaldı. Öte yandan kurulan dünyayı sevdim ancak abartı unsuru, içine girmeme engel oldu. Müzikler de aynı abartıyı devam ettirdi ne yazık ki. Ayrıca jeneriksiz bir başlangıcı anlamakta oldukça zorlandım. Kapaksız kitap gibi! Emek verilen bir görselden seyirci neden mahrum bırakılır şaştım kaldım doğrusu!

Günün sonunda tüm çapaklarına rağmen iki saat yirmi yedi dakika sıkmadan akan bir iş izlediğimi yadsıyamam. Daimi izleyicisi olup olmama kararım için bir iki bölüm daha bekleyeceğim sanırım fakat castı ve konuyu seven izleyicilerin severek takip edecekleri kanaatindeyim. Yolu açık şansı bol olsun!

Yazan, yöneten, oynayan ve emek verenlerin yüreklerine sağlık…

Exit mobile version