YAZAR: Ayça AKMAN
MF yapım imzalı Aşk Ağlatır yeni sezonda izleyiciyle buluşan ilk iş oldu. İlkleri severim, kaçırmak istemem bu yüzden de ekran karşısında yerimi aldım. Tabii tanıtımları yayınlandığında şiddet dozu yüksek sahneleriyle öne çıkarak haklı bir tepki çeken dizi, sağduyulu bir tavırla tanıtımı geri çekmeseydi öyle gönül rahatlığıyla geçebilir miydim, karşısına emin değilim. İki saat beş dakikalık kesintisiz maratonun sonunda iki duygu terazimde ağır bastı: Senaryonun alışılmışın dışında bir yol izleyerek yarattığı ters köşenin şaşkınlığı ve anlamlandıramadığım bir hissizlik hâli.
Hikâye sadece adı değil hayalleri ve hayatı da yok sayılan Ada etrafında şekillenmiş. Babasını hiç tanımayan, küçük yaşta annesini kaybeden minik kız çantasında sadece onun saçları ve mektubu, hafızasında ondan miras şarkı – tekerleme; doğup büyüdüğü İzmir’ i terk ederek dayısının yanında ‘evlatlık Meryem’ olarak yeni hayatına merhaba diyor. İzleyicilere yetimhanede büyüseydi keşke dedirten, rahatsız edecek kadar fazla ajitasyona yaslanan duygusal ve fiziksel şiddet dolu hayatı; Yusuf’la tesadüfi karşılaşmaları sonrası asla eskisi gibi olmuyor. Yusuf vicdanlı ve merhametli bir yürek. Kayıp cüzdanın içindeki mektup, onu yaşadığı İstanbul’dan Bozuluk’a sürüklüyor. Öksüz ve yetim olma hâli, mektuptan kalbine geçen çok uzun zamandır duymadığı anne sözcükleri, hayata tutunabilmek için bir başkasının da bu sözcüklere en az kendisi kadar ihtiyaç duyduğunu hissetmesi Ada’yla kaderlerini birleştiriyor. Kendisinden yaşça büyük, sevmediği biriyle zorla evlendirilmeye çalışan Meryem, içinde sakladığı gücü yani Ada’yı onun sayesinde tekrar hatırlarken özgürlüğün anahtarının aslında yıllardır elinin altındaki mektupta ve dilindeki tekerlemede olduğunu anlıyor, Yusuf’sa “Kaçmasaydın ben kaçırırdım. “diyerek kalbini o naif, ürkek kıza açıyor.
Hazır hikâyeye değinmişken diyaloglara da bir parantez açmazsam olmaz. Genel beklenti repliklerin bir amaca hizmet etmesi, durum ya da olaya ayna tutması, seyirciyi aydınlatmasıdır. Bunu yaparken basitlikten uzak olması, seyircide anlamlandıramadığı bir olmamışlık hissi uyandırmaması kısacası akması gerekir. Bu böyle olmayınca akmayan diyaloglar belli bir süre sonra oldukça rahatsız edici oldu benim açımdan, öyle ki ara sıra konsantrasyonumu kaybettiğimi bile hissettim.
Son bir dipnot: Şiddet içeren sahnelerin kesildiği hepimizce malum ancak bunun kopukluk yaratmaması için akışa yedirilmesi gerekmez miydi? Ada Meryem, dayısına evlenmek istemediğini söylediğinde başına gelenleri görmedik, yanık elini tuta tuta dışarıda yengesi için yardım ararken hem kendisi hem de sahnedeki diğer karakterler tarafından o yanık elin yok sayılmasını ben bir hata olarak gördüm ve garipsedim doğrusu, bu da içimde kalmasın.
Tutucu toplumsal önermelerle yoğrulmuş, Ada’nın kendi felaketine sebep olarak gördüğü, annesinin kaderini onun sırtına yükleyen manevi baskının vücut bulmuş hâli kasabaysa hep beklediği ve hayal ettiği gibi sular altında kalmayı fazlasıyla hak ediyor. “Evlilik hayatın kanunudur; kurtlar sofrasında bir başına kalırsın; Mustafa zengin sana iyi bakar; kız kısmı koşup gülmez; el âlemin ağzına laf mı vereceksin?; bunca yıl bakmışız sana kiminle evleneceğini de sana mı soracağız?; sen isyankar mı oldun başımıza?” söylemlerinde boğulsunlar diyor kibar çizgimden ödün vermeden susuyorum!
Bölümü seyrederken olumlu olumsuz birçok yargı uçuştu zihnimde hiç kuşkusuz. Ancak beni en tedirgin eden şey, bir türlü sebeplendiremediğim hissizlik hâli oldu. Onca yaşanan şeye rağmen hiçbir duygunun bana geçmemesini hâlâ temellendiremiyorum ve kanımca bu husus, dizinin en büyük zaafı olarak ortada duruyor. Günün sonunda, ben daimi izleyicisi olmam ama çiftin kimyasını sevenler takipçisi olmaya devam edeceklerdir kanımca. Yolu açık şansı bol olsun.
Yazan, yöneten, oynayan ve emek veren herkesin yüreklerine sağlık.